Benim Kalemimden Habib-i Neccar Camii

Share on facebook
Facebook
Share on twitter
Twitter
Share on whatsapp
WhatsApp

Sevgili  Okurlar,

Yeni başlamış olduğum köşe yazısı serisi ile, şehrine sevdalı bir mimar olarak sizlere Hatay’ımızın tarihi mekanlarını hikayeleriyle birlikte tanıtmaya çalışacağım. Eminim ki siz de bu yazılarla şehrimize bir kez daha hayran kalacaksınız.

Tarihi M.Ö. 300 yıllarına dayanan, Gastronomisiyle, kültür çeşitliliğiyle, endemik bitkileriyle, en büyük arkeoloji müzesiyle, uzun sahil şeridiyle kendinden bahsettiren şehrimiz 13 medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Ayrıca Roma İmparatorluğu zamanında Doğu’nun İncisi olarak bilinmekteydi ve ipek yolu üzerinde olduğu için büyük önem taşımaktaydı.

Tarihe tanıklık etmiş böylesine güzel şehrimizin birçok önemli tarihi yapısı bulunmaktadır. İlk olarak bahsetmek istediğim tabi ki, Habib-i Neccar Camisi’dir. Aslında isminde bile hoşgörü yatmakta. Anadolu’nun ilk camisi olan Habib-i Neccar Camisi’nin adını bir gayrimüslimden almakta olduğunu biliyor muydunuz?

Habib-i Neccar geçimini marangozlukla sağlayan bir Antakyalıdır. (Neccar, Arapça’da marangoz demek.) Cüzzamlı bir oğlu olduğu için yaşamını dağdaki bir mağarada sürdürmektedir. Hz. İsa, iki havarisini (Yahya ve Yunus) Antakya’ya gönderir, dağları aşıp şehre giren elçiler ilkin Habib-i Neccar’a rastlarlar.

Habib-i Neccar şehre yabancı olan bu iki elçiyi görür ve kim olduklarını sorar. Onlar da Hz. İsa’nın elçileri olduklarını söylerler. Habib-i Neccar iki elçiden kendilerini peygamberin yolladığına dair bir delil ister. Onlar da derler ki: “Allah’ın izniyle biz hastalıklara şifa veririz.” Cüzzamlı oğlu, onların elinden şifa bulunca Habib-i Neccar şeksiz şüphesiz imân eder elçilerin dinine. Sonra elçiler şehre inip halkı dine davet ederler; fakat çabaları sonuçsuz kalır. Hastalıklara şifâ verdikleri duyulup halkın onların etrafında toplandığını haber alan şehrin hükümdarı bu elçileri sorgusuz sualsiz zindana attırır.

Uzun süre kendilerinden haber gelmeyince üçüncü elçi (Şem-un Sefa) Antakya’ya gönderilir. (Yasîn Suresi’nin 14. ayetinde geçen olayın bu olduğuna inanılıyor.) Kimliğini açığa vermeden kralın sarayına girer Şem-un Sefa; amacı, kendisinden önce gönderilen iki elçiyi kurtarmaktır. Aradan zaman geçer ve kralın güvenini kazanır Şem-un Sefa. Krala kendisinden önce şehre gelerek hastalara şifâ verdiklerini söyleyen elçileri imtihana tâbi tutmayı teklif eder. Kral, kabul eder ve elçileri çağırtır. Arkadaş oldukları hâlde birbirlerini tanımazlıktan gelir elçiler. Oyunun bir parçasıdır bu. Şem-un Sefa arkadaşlarına: “Nereden gelip nereye gidersiniz, sizi kim gönderdi?” diye sorar. Elçiler kendilerini İsa peygamberin gönderdiğini, hak olan tevhîd dinini davete geldiklerini söylerler.

Bunun üzerine Şem-un Sefa “madem sizi bir peygamber gönderdi, elinizde bir delil olmalı” der. Hastalıklara şifa veren elçiler ölüleri de diriltebildiklerini söylerler. Sarayda henüz yeni vefat eden birini elçilerin huzuruna getirirler ve diriltmelerini isterler; onlar da Allah’ın izniyle diriltirler. Dirilen kişi, “Ey Antakya halkı, siz de öldükten sonra benim gördüğüm azabı görmek istemiyorsanız beni kurtaran bu üç kişiye uyun” der ve bu esnada Şem-un Sefa’nın da kim olduğu ortaya çıkar. Kral şaşkındır, sorar: “Şem-un Sefa, sen de mi onlardansın?” Bozuntuya vermez Şem-un Sefa, krala dönüp, “Kralım, bu elçiler olağanüstü bir hâl gösterdi. Putlarına söyle, onlar da marifetlerini göstersinler” der. Tabi kral bilir putlarının böyle hünerlerinin olmadığını… Yemeyen, içmeyen, konuşmayan putlar ne yapabilir ki?

Kralın bu olaydan sonra iman ettiği bilinir, rivayetler bu yöndedir. Fakat halkı, davete icabet etmez, aksine inkâr yoluna giderler. Büyü yapmakla suçlarlar elçileri. Atalarının dininden vazgeçmeyen halk elçileri taşa tutar. Bunu duyan Habib-i Neccar gelir şehre koşarak ve der: “Ey kavmim, sizden hiçbir karşılık beklemeyen bu kimselere uyun. Onlar doğru yola ermiş olanlardandır.” (Bu olayın Yasîn Suresi 20-22. ayetlerde geçen olay olduğuna inanılır.) Halk, elçilerin getirdiği dine inandığı, atalarının dinine ihanet ettiği gerekçesiyle Habib-i Neccar’ı da taşlayarak şehit eder. Rivayet edilir ki kesilen başı, Lübnan Dağı’nın (Habibi Neccar Dağı) tepesinden, şimdi türbesi ve mezarının bulunduğu yere kadar yuvarlanır.

Daha sonra İslam Devleti’nin lideri Halife Ömer’in komutanlarından Ebu Ubeyde bin Cerrah tarafından 636 yılında fethedildiği dönemde fethin simgesi olarak, Habib-i Neccar ve İsa’nın iki havarisinin mezarının bulunduğu yerde, bir cami inşa edilir.

İşte böyledir her gün ibadet ederken başımızı secdesine koyduğumuz, şadırvanından su içtiğimiz, telaşla önünden geçtiğimiz caminin hikayesi…

Sağlıcakla kalın …

İlgili Haberler

Share on facebook
Share on twitter
Share on whatsapp
Share on pinterest
Share on tumblr
Share on email
Puan Durumu